Bu hafta sonum o kadar bereketli geçti ki! Hala etkisindeyim. Şimdi okuyacaklarınız için öncelikle bu günün şarkısı size eşlik etmeli; Ogün Şanlısoy - Saydım Kaç Gün Oldu. Şarkıyı açtıysanız başlıyoruz. Hadi buyrun..
En baştan başlıyorum.
Cumartesi günü koşturmaca SAÜ Kritik Analitik Düşünme Topluluğunun alt toplulukları için düzenlediği kahvaltı programı ile başladı koşturmaca. Ardından izcilik, kamp toplantısı. Daha sonra "Bir kahvenin kırk yıl hatırı var imiş. Bir kahve içelim diyerek "Kuru Kahveci"ye gittik. Arkadaşlar ile tatlı bir tartışma ortamı oldu. İyisini, kötüsünü, eğrisini, düzünü konuştuk, durduk, sustuk, dinledik, tartıştık, dertleştik.
İhtiyaç var imiş böyle konuşmalara. Kendimi o an Necip Fazıl amcanın "Püf Noktası"nda hissettim. Kitabı kapattığımda hissettiğim duyguyu orada tekrar yaşadım. Recep'in kıraathanedeki insan tasvirleri canlandı. Kelimeler, cümleler, uzun duraklar havada uçuştu.
Pazar günü de arkadaşıma hediye gelen kumaştan harmani model ferace gibi bir şey dikmek için halk eğitim merkezine gittik. Bize dikişin bir kaç püf noktasını gösterdi hoca. Kumaşın kesimini yaptı. Sonra biz diktik, biçtik.
Anladım ki annelerimiz ev ekonomisine nasıl da destek veriyormuş. Ne uğraşıyor ki dikmekle diye tenkit etmekten fark edememişim. Gereksiz, tesettüre aykırı kıyafetlere verdiğimiz tonlarca paralara acıdık. O paralar ile neler neler yapılabilir. İsraf yapmaktan Allah'a sığınırım.
Daha sonra Aybüke'nin uzun zamandır gitmek istediği bir yer vardı Sakarya'da; Justinianus Köprüsü. "Gün batımını izlemeye gidelim mi?" dedi ve düştük yollara. Elimizdeki telefonda açtık telefonun mavi çizginin dışına çıkmadan, yoldan yürüdük. Yürüdükte yürüdük. Bahtımıza hava da çok güzeldi. Bahar havası ağaçlara, havaya, rüzgara hakimdi.
Mahallede çok hoş eski evler vardı. Evlerden birini çekerken yan bahçeden bir amca çıktı "Kızlar ne yapıyorsunuz?" deyince ne diyeceğimizi şaşırdık. "Şey, ev çok hoştu. Fotoğrafını çekelim dedik" diye bir şeyler söylemeye çalıştık. "Durun size bir şey göstereceğim" dedi. İçeriden bir anahtar getirdi. Kulübenin kapısının asma kilidini açarken nereli olduğumuzu, ne yaptığımızı, adımızı falan sordu. Kapıyı bir açtı ki içerisi nasıl bir tarih hazinesi. Neler neler vardı. Bebek arabası, Osmanlıdan kalma kahve kavurma cezvesi, dibekler, ağırlık ölçüleri, duvar terazileri, asma kilitler, gümüş saplı at kırbacı, gramofon, soba, tüfekler... 20 senedir yapıyormuş bu işi ama topladığı eşyaları satmıyor. Eşi eşyaları evde istemediği için evinin yanına kulübeyi yapmış. O kulübeyi de 17 Ağustos depreminden sonra enkazların altından çıkan 150 senelik kaldırım taşları ile yapmış.İki çocuğu varmış antikacı amcanın. Her bir çocuğu için Türkiye Cumhuriyetinde şimdiye kadar basılmış paraların koleksiyonunu yapıyormuş. Ancak çocukları kıymet bilmiyormuş. Çocuklarının bu hazinenin kıymetini bilemediğinden dert yandı. Kahve kavurma cezvesinin hikayesini anlattı o, biz dinledik. Daha sonra hayır duasını aldık, yola devam ettik.
Hayat enerjisini yitirmemiş İsmail amcadan çok şey öğrendim bu gün. Çok şey öğretti. Şükretmeyi öğretti en başta. Çok şükür hala dünyada böyle insanlar var. Rabbim ömürlerini uzun, bereketli eylesin. Amin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder